Sokrates’ten Steve Jobs’a, Eğitim ve Teknolojinin Yüzyıllara Uzanan Dönüşümü

Sokrates’ten Steve Jobs’a: Eğitim ve teknolojinin yüzyıllara uzanan dönüşümünü, liderlerin vizyonları ve kritik dönüm noktalarıyla keşfedin.

Sokrates’ten Steve Jobs’a, Eğitim ve Teknolojinin Yüzyıllara Uzanan Dönüşümü

Eğitim ile teknoloji arasındaki ilişki, insanlık tarihinin en eski dönemlerine kadar uzanan köklü bir bağdır. İletişim ve bilgi aktarma yöntemleri her yeni teknolojik gelişmeyle birlikte dönüşmüş, bu da eğitim pratiklerini derinden etkilemiştir. Nitekim eğitimde teknoloji kullanımının gerekliliği ya da etkisine dair tartışmalar 2.500 yıl öncesine kadar izlenebilmektedir. Tarih boyunca önemli liderler ve düşünürler de eğitimin gelişimi için teknolojinin sunduğu imkânlara dikkat çekmiş, kendi vizyonlarını bu alanda ortaya koymuşlardır.

Bu yazımızda, antik dönemlerden modern dijital çağa dek eğitimde teknolojinin gelişimi, kritik dönüm noktaları ve farklı çağlarda yaşamış bazı liderlerin (örneğin, Fatih Sultan Mehmet, Benjamin Franklin, Mustafa Kemal Atatürk, Nelson Mandela, Steve Jobs vb.) eğitim ve teknoloji konusundaki görüşleri tarihsel bağlam içinde ele alınacaktır.

Bütün bilgiler ve alıntılar akademik, güvenilir kaynaklarla desteklenmiştir.

Antik Çağdan Yazının Doğduğu Dönemlere

İlk çağ toplumlarında eğitim çoğunlukla sözlü kültüre dayanıyordu. Bilgi, nesilden nesile hafızaya dayalı olarak aktarılıyor; hikâyeler, destanlar ve atasözleri eğitim işlevi görüyordu. Yazı teknolojisinin icadı, bu sözlü geleneği kökten değiştiren bir dönüm noktası oldu. M.Ö. 4. binyılda Sümerler tarafından bulunan yazı, bilgilerin kalıcı olarak kaydedilmesini ve uzak mesafelere taşınmasını mümkün kıldı.

Ancak, antik dönemde bile yeni teknolojilere eleştirel yaklaşanlar vardı. Örneğin ünlü Yunan filozofu Sokrates, yazının yaygınlaşmasına kuşkuyla bakmıştır. Platon’un aktardığına göre Sokrates, öğrencisi Phaedrus’u yazılı metinden ezber yaparken yakalamış ve yazının hafızayı tembelleştirip bilgeliği azaltacağından endişe etmiştir​. Gerçekten de Sokrates’in “yazının kullanılmasına” karşı çıktığı rivayet edilir; ona göre kalıcı metinlere güvenmek, sözlü anlatımın canlılığını gölgeliyordu. 

Bununla birlikte, yazı sayesinde düşünceler “daha uzun soluklu ve detaylı akıl yürütme zincirleri” halinde kaydedilip saklanabildi; bilgi, sözlü anlatımın geçiciliğinin ötesine geçerek nesiller boyu analiz edilebilir hale geldi​.

Antik çağın sonlarına doğru yazılı kaynakların birikimiyle kütüphaneler ve akademiler doğdu. M.Ö. 3. yüzyılda kurulan İskenderiye Kütüphanesi, dönemin en büyük bilgi hazinesi olarak binlerce tomar metni barındırdı. Benzer şekilde, Aristoteles’in Lykeion’u ve Platon’un Akademisi gibi kurumlar, yazılı metinlerin ve felsefi kayıtların eğitimde kullanılmasına öncülük etti.
Bu gelişmeler, teknolojik yenilik olarak yazının ve kitapların eğitime entegrasyonunun ilk örnekleriydi.

El Yazmalarından Matbaaya

Orta Çağ boyunca eğitim ve bilgi aktarımının en önemli aracı el yazması kitaplardı. Manastır okullarında ve medreselerde zahmetli bir süreçle çoğaltılan el yazmaları, öğrenmenin temel materyaliydi. Ancak bu dönemde kütlelerin eğitimi sınırlı kaldı; okur-yazarlık genellikle din adamları ve seçkinlerle sınırlıydı. Yine de İslam dünyasında Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi) gibi kurumlar, matematikten astronomiye pek çok alanda antik eserleri tercüme edip geliştirerek bilimsel öğrenime katkı sağladılar. Orta Çağ’ın sonlarına doğru üniversite kavramı ortaya çıktı: 1088’de Bologna, 1200’lerde Paris ve Oxford gibi ilk üniversiteler kurulurken, eğitimde kurumlaşma arttı.

15. yüzyıla gelindiğinde, bilgi teknolojilerinde devrim niteliğinde bir icat gerçekleşti: Johannes Gutenberg’in matbaa makinesi (takriben 1450). Matbaa, eğitim tarihinde belki de en büyük dönüm noktalarından biriydi. “Avrupa’da 15. yüzyılda matbaanın icadı, gerçekten yıkıcı (disruptive) bir teknoloji oldu” diye belirtir Tony Bates; zira matbaa, “yazılı bilgiyi çok daha özgürce erişilebilir kıldı”, tıpkı günümüzde internetin yaptığı etki gibi.

Mekanik baskı sayesinde yazılı dokümanlar patlama yaparak çoğaldı; bu da okuryazarlığın yayılmasını ve daha fazla insanın kitaplara erişimini sağladı. Sonuç olarak Rönesans ve Aydınlanma’nın yükselişinde, hurafeler ve dogmalar yerine akıl ve bilimin galip gelmesinde matbaa teknolojisi kilit bir rol oynadı.

Matbaanın etkisiyle eğitim artık çok daha geniş kitlelere ulaşmaya başladı. Avrupa’da ders kitapları, broşürler, bilimsel risaleler hızla çoğalarak entelektüel hayatı canlandırdı. Bu dönemde yaşamış ilerici liderler de yeni teknolojiyi eğitim amaçlı kullanmaya önem verdiler.

Örneğin, Fatih Sultan Mehmet matbaanın Osmanlı topraklarına girmesinden önce yaşamış olsa da, bilim ve teknolojiye verdiği değerle tanınır. İstanbul’u fethederek Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açan Fatih, fetihten hemen sonra şehri bir ilim merkezine dönüştürmeye koyuldu.

1453’ten sonra, ünlü matematikçi ve astronom Ali Kuşçu’yu da himayesine alarak İstanbul’da sekiz bölümlü Sahn-ı Seman Medresesi’ni kurdurdu. Bu medrese, İslamî ilimlerin yanı sıra fizik, kimya, matematik ve özellikle astronomi dersleriyle dönemin ufkunun ötesinde, adeta ilk modern yükseköğretim kurumu niteliğindeydi​. Sahn-ı Seman’ın müfredatı, devrin çoğu eğitim kurumuyla kıyaslanamayacak ölçüde ileri olup bugünkü üniversiteler seviyesinde tasarlanmıştı​. Fatih Sultan Mehmet, klasik eğitimle beraber teknolojik yenilikleri de benimsiyordu; örneğin İstanbul’un fethi sırasında kullanılan büyük çaplı “Şahi” toplarını bizzat tasarlayıp bir mühendise döktürmüş, böylece öğrenimini gördüğü matematik ve mühendislik bilgisini pratiğe aktarmıştır. Bu sayede, hem eğitim kurumları inşa ederek bilim insanlarını destekleyen hem de askeri alanda teknolojiye öncülük eden bir lider olarak öne çıkmıştır. Fatih’in vizyonu, “bilgiyi devletin bekası için kullanmak” şeklinde özetlenebilir ki bu, onun eğitime ve teknolojiye verdiği değeri göstermektedir.

Aydınlanma ve Sanayi Çağı: Bilim, Kitle Eğitimi ve Yeni Araçlar

17. ve 18. yüzyıllarda Aydınlanma çağıyla birlikte eğitimde akılcılık ve bilimsellik vurgusu arttı. Bu dönemde birçok düşünür ve lider, toplumsal ilerleme için yaygın eğitimin ve bilimsel bilginin önemini dile getirdi. Özellikle Benjamin Franklin gibi isimler, eğitime yapılan yatırımın bireye ve topluma en büyük getiriyi sağlayacağını savunuyordu. Franklin bir devlet adamı olmasının yanı sıra bir mucit ve yayıncıydı; 1743’te Amerikan Felsefe Topluluğu’nu kurdu, 1751’de Philadelphia’da Akademi ve Kolej’in (bugünkü Pennsylvania Üniversitesi) kurulmasına öncülük etti​. Franklin’in kendi sözleri, onun eğitim vizyonunu net biçimde ortaya koyar: “An investment in knowledge pays the best interest.” (Bilgiye yapılan bir yatırım en iyi faizi getirir)​.

Bu özdeyiş, Franklin’in bilgi birikimine yapılan harcamayı en kazançlı sermaye olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Nitekim Franklin, 1749 yılında kaleme aldığı Pensilvanya Gençlerinin Eğitimi Hakkında Öneriler broşürüyle kolonilerde laik ve geniş tabanlı bir eğitim kurumu kurulması çağrısı yapmış ve bu girişim doğrudan Philadelphia Akademisi’nin (daha sonra Pennsylvania Üniversitesi) açılmasını sağlamıştır​. Böylece Franklin, yeni dünya’da modern üniversite anlayışının tohumlarını ekerek teknolojik ve bilimsel ilerlemenin eğitim yoluyla yayılması gerektiğini göstermiştir.

18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl, Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle, kitlesel eğitimde büyük atılımların yaşandığı bir dönem olmuştur. Sanayileşen toplumlar daha eğitimli işgücüne ihtiyaç duydukça, okuryazarlık oranlarını yükseltmek ve okullaşmayı artırmak amacıyla çeşitli reformlar yapıldı. Örneğin, 1800’lerin başında Avrupa’da birçok ülke ilköğretimi zorunlu hale getirmeye başladı. Bu süreçte eğitim teknolojileri de evrim geçirdi. Kara tahta (taşınabilir siyah yazı tahtası) 19. yüzyılın ortalarında okullarda yaygınlaştı; 1890 civarında sınıflarda standart hale gelen kara tahta ile öğretmenler aynı anda kalabalık öğrenci gruplarına ders anlatabilir oldu​. Basit bir araç olmakla birlikte kara tahta, eğitimde etkileşimi ve görsel anlatımı artırarak öğrenmeyi kolaylaştırdı. Yine 19. yüzyılın sonlarında tebeşir ve seri üretilen kurşun kalem (1900’lerde) öğrencilerin bilgiye erişimini ve kendi notlarını tutmasını pratik hale getirdi​. Bu yüzyılda matbaa teknolojisinin gelişimi sayesinde ders kitapları ucuzlayıp yaygınlaştı; böylece 1900 yılında ABD’de lise çağındaki gençlerin yalnızca %10’u okula giderken, 20. yüzyılın sonunda bu oran %95’e çıkmıştır​. Kitlesel eğitim çağında öğretmenler, artan öğrenci sayılarına yetişebilmek için daha verimli araçlara ihtiyaç duydu ve teknoloji bu ihtiyaca cevap verdi.
19. yüzyılın bir diğer önemli yeniliği, uzaktan eğitim kavramının doğuşudur. 1840’larda posta hizmetlerinin ucuz ve güvenilir hale gelmesiyle ilk mektupla öğretim girişimleri başladı. 1858’de Londra Üniversitesi, posta yoluyla ders materyali göndererek sınav yapan ilk uzaktan eğitim programını (Harici Derece Programı) başlattı​. Bu, üniversite seviyesinde diplomanın fiziksel olarak kampüste bulunmadan da alınabileceğini gösteren çığır açıcı bir adımdı. Nitekim bu program günümüzde de Londra Üniversitesi Uluslararası Programı adıyla devam etmektedir.

Sanayi çağının sonlarında fotoğrafın icadı ve matbaanın iyice olgunlaşmasıyla sihirlier (magic lantern) gibi erken projeksiyon cihazları eğitim amaçlı kullanılmaya başlandı; 1870’lerde cam slaytlara basılmış görüntüleri duvara yansıtan bu cihazlar, sınıflarda görsel materyal kullanımının ilk örnekleriydi​. Tüm bu gelişmeler, eğitimde teknolojinin giderek daha merkezi bir rol oynamaya başladığını göstermektedir.

Yeni Medya, Modernleşme ve Küresel Vizyon

20. yüzyılın başları, elektrik ve makine çağına geçişle birlikte eğitimde yeni medya araçlarının denendiği bir dönem oldu. Sinema, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim teknolojileri eğitimde devrim yapma potansiyeliyle görülüyordu. Amerikalı mucit Thomas Edison, 1913 yılında eğitim filmlerinin geleceğine dair iddialı bir öngörüde bulundu: “Okullarda kitaplar yakında tamamen gereksiz hale gelecek. Yakında öğrenciler sadece gözleriyle (görsel araçlarla) eğitilecekler” şeklinde konuşan Edison, hareketli görüntülerin eğitimin yerini alacağını düşünüyordu. Nitekim 20. yüzyılın ilk yıllarında eğitimciler ders anlatım filmleri ve slayt gösterileri hazırlamaya başladılar.

Radyo da eğitim alanında kullanılmaya başlanmıştı. İngiltere’de BBC, 1920’lerde okullar için eğitici radyo programları yayınlamaya başladı; 1924 yılında radyoda yetişkin eğitimi kapsamında “İnsanın Yaşamında Böcekler” gibi ders yayınları yapıldı. Aynı yıl BBC Eğitim Direktörü J.C. Stobart, Radio Times dergisinde “yayın yapan bir üniversite” fikrini ortaya attı. Bu vizyon, radyo ve ileride televizyon gibi araçların örgün eğitimin ötesinde, kitleleri eğitmek için kullanılabileceğini müjdeliyordu. Nitekim 1960’larda televizyon okullarda ders aracı olarak kullanılmaya başlandı; aynı dönemde birçok ülkede halk eğitimine yönelik televizyon programları üretildi​. Birleşik Krallık’ta 1969’da kurulan Açık Üniversite (Open University), BBC ile iş birliği yaparak basılı materyalleri radyo ve TV yayınlarıyla entegre eden ders programları geliştirdi. Tüm bu girişimler, geleneksel sınıf duvarlarını aşarak teknolojik medya yoluyla uzaktaki öğrencilere eğitim ulaştırma amacını taşıyordu.

20. yüzyıl, aynı zamanda birçok ülkenin ulusal eğitim seferberliklerine tanık oldu. Sanattan bilime her alanda ilerlemenin eğitimden geçtiğini gören vizyoner liderler, kendi toplumlarında eğitim ve teknolojiye yatırım yaptılar. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda (1923) en büyük önceliklerinden birini eğitim reformu ve bilimsel düşüncenin yaygınlaşması olarak belirledi. Atatürk, Osmanlı’dan miras kalan düşük okuryazarlık oranını hızla yükseltmek için 1928’de Harf Devrimi’ni gerçekleştirdi; Arap alfabesini kaldırıp Latin alfabesini kabul etti. Bu sayede okuma-yazma öğrenmek ciddi ölçüde kolaylaştı ve geniş halk kitleleri birkaç ay içinde yeni harflerle eğitildi. Nitekim Türkiye’de okuryazarlık oranı Atatürk döneminde %9’dan %33’e sadece 10 yıl içinde yükseldi​. 

Atatürk, eğitimde çağdaşlaşmayı sağlamak adına 1924’te Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kanunuyla dini-okul ve sivil-okul ayrımını kaldırarak eğitimi tek çatı altında topladı​. Kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim görmesi (karma eğitim) ilk kez onun döneminde yaygınlaştı; 1927’ye gelindiğinde karma eğitim Türkiye’de norm haline gelmiş, bu da kadınların eğitimine ve toplumsal hayata katılımına büyük ivme kazandırmıştır​. Ayrıca Atatürk, onlarca öğrenciyi yurtdışındaki üniversitelere göndererek mühendislik, tıp, tarih, ekonomi gibi alanlarda uzmanlaşmalarını sağladı; dönüşte bu gençler ülkenin kalkınmasında görev aldılar​. Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanlarına Türkiye’nin kapılarını açarak genç üniversiteleri kaliteli akademik kadrolarla destekledi​.

Tüm bu hamlelerin ardında Atatürk’ün bilime ve teknolojiye sarsılmaz inancı vardı. Onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” sözü meşhurdur; 1933’teki bir nutkunda şöyle demiştir: “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir.” – yani “Dünyada yaşam, uygarlık ve başarı için yegâne doğru kılavuz bilimdir; bunun dışında yol gösterici aramak cehalettir”. Atatürk’e göre eğitim ve bilimsel düşünce, özgür ve müreffeh bir toplumun temeliydi. Nitekim “Hür (özgür) olabilmek için eğitilmiş olmak gerekir ve eğitimde en önemli nokta bilim ve tekniktir” diyerek bunu açıkça vurgulamıştır​.
Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır diyerek öğretmenliğin önemini belirten Atatürk, “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir” sözleriyle de bir milletin geleceğini eğitimcilere emanet etmiştir​.
​Atatürk gibi, 20. yüzyılın diğer liderleri de eğitimi toplumlarını dönüştürmede bir anahtar olarak gördüler. Güney Afrika’da apartheid rejimine karşı verdiği mücadeleyle sembolleşen Nelson Mandela, eğitime dair belki de en çok alıntılanan ifadelerden birini dile getirmiştir. Mandela, 1990 yılında Boston’daki bir konuşmasında “Education is the most powerful weapon which you can use to change the world” (Eğitim, dünyayı değiştirmek için kullanabileceğiniz en güçlü silahtır) diyerek eğitimin toplumsal değişim gücünü en çarpıcı biçimde ortaya  koymuştur. Uzun yıllar özgürlük mücadelesi veren Mandela, hapisten çıktıktan sonra ülkesinin başkanı olduğunda (1994), bir ulusun yeniden inşasında eğitimin rolünü şu sözlerle doğrulamıştır: “Bir ülkenin gerçek kalkınması, vatandaşlarının eğitim seviyesine bağlıdır; eğitim olmadan ilerleme mümkün değildir”. Onun vizyonunda teknoloji de eğitimin bir parçasıydı: 1990’ların sonundan itibaren Güney Afrika hükümeti, okullara elektrik, bilgisayar ve internet erişimi götürmek için programlar başlattı. Mandela, ülkesini bilgi çağının dışında bırakmamak adına uluslararası iş birlikleriyle eğitimde teknoloji kullanımını teşvik etti. Böylece 20. yüzyılın son çeyreğinde eğitim, sadece bireysel gelişim için değil, aynı zamanda özgürlük ve eşitlik mücadelesinin aracı olarak da değerlendirildi.

20. yüzyılın ikinci yarısı, dijital devrimin tohumlarının atıldığı dönemdir. 1940’ların sonunda ilk elektronik bilgisayarlar ortaya çıktıysa da, bunlar başta sadece üniversite ve ordu gibi kurumlarda kullanıldı. 1950’lerde eğitim psikoloğu B.F. Skinner, “öğretim makinesi” adını verdiği cihazlarla programlı öğrenme yöntemini geliştirdi; öğrencilere adım adım ilerleyen test ve pekiştirme mekanizmaları sunan bu elektro-mekanik makineler, bireysel hızda öğrenmeyi mümkün kılmayı amaçlıyordu. 

1960’larda bilgisayarlar metin tabanlı terminaller aracılığıyla bazı üniversitelerde öğretim amaçlı kullanılmaya başlandı; özellikle 1960’ta Illinois Üniversitesi’nde geliştirilen PLATO sistemi, binlerce öğrenciye bağlı terminaller üzerinden bilgisayar destekli eğitim veren öncü bir platformdu. Ancak kişisel bilgisayarların eğitim ortamlarına girmesi 1980’leri buldu. 1981’de IBM ilk kişisel bilgisayarını piyasaya sürdüğünde eğitim camiası bunun büyük bir dönüşümün başlangıcı olduğunu sezmişti​. Nitekim Time dergisi, 1982 yılında “Yılın Adamı” unvanını ilk kez bir nesneye – Bilgisayara – vererek bu teknolojik devrimin önemini vurguladı​. 1980’lerin ortalarında Apple ve Toshiba gibi firmalar okullar için taşınabilir bilgisayarlar geliştirmeye başladılar. 1990’larda Dünya Çapında Ağ (WWW)’in icadı ve internetin ticarî kullanımının serbest bırakılması (1993) ile eğitimde küresel bir dönüşüm hız kazandı​. Artık elektronik postayla ödev yollamak, çevrimiçi kütüphanelere erişmek ve web tabanlı öğrenme yönetim sistemleri (LMS) üzerinden ders almak mümkün hale geldi. 1995 yılında ilk çevrimiçi ders yönetim platformlarından WebCT (daha sonra Blackboard) ortaya çıktı.


1990’lardan 2000’lere geçerken, sınıflar dijital araçlarla donanmaya başladı. ABD’de 2009 yılı itibariyle sınıfların %97’sinde en az bir bilgisayar bulunuyor ve bu bilgisayarların %93’ü internete bağlıydı​. Ortalama her 5 öğrenciye 1 bilgisayar düşecek şekilde okullar teknolojiyle iç içe hale gelmişti​. Derslerde projeksiyon cihazları, tepegözler yerini etkileşimli beyaz tahtalara bırakırken, öğrenciler de bilgisayar laboratuvarlarında temel programlama ve ofis yazılımları kullanmayı öğreniyordu. 20. yüzyılın sonunda eğitim teknolojisi bir sektör haline geldi; eğitimde kullanılan televizyon, VCR, dil laboratuvarı, hesap makinesi, fotokopi makinesi (1959’dan itibaren) ve optik sınav okuma (Scantron) sistemleri (1972’den itibaren) öğretmenlerin işini kolaylaştıran yaygın araçlar oldu.

Dijital Çağda Eğitim ve Yeni Ufuklar

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, eğitim ve teknoloji ilişkisini yeni bir boyuta taşımıştır. İnternet altyapısının yaygınlaşması ve mobil cihazların herkese ulaşmasıyla eğitim artık her an her yerde gerçekleşebilmektedir. 21. yüzyılın ilk yıllarında e-öğrenme (e-learning) kavramı doğdu; 2000’lerin başında açık kaynaklı dijital ders içerikleri ve Khan Academy gibi çevrimiçi platformlar, milyarlarca insana ücretsiz eğitim materyali sunmaya başladı. 2010’lu yıllarda Stanford ve MIT gibi kurumların öncülüğünde Kitlesel Açık Çevrimiçi Dersler (MOOCs) devreye girerek üniversite seviyesindeki dersleri internet üzerinden milyonlarca katılımcıya ulaştırdı. Böylece teknoloji, eğitimin ölçeğini küreselleştirmiş oldu.

Günümüzde sınıflar, adeta birer teknoloji laboratuvarına dönüşmüştür. Bilgisayarlar, tabletler, akıllı tahtalar eğitim ortamının ayrılmaz parçalarıdır. Sosyal medya ve çevrimiçi forumlar, öğrenci ve öğretmenler arasındaki iletişimi zenginleştiren platformlar haline gelmiştir.

Örneğin, birçok öğretmen Facebook üzerindeki özel gruplarda öğrencileriyle tartışmalar yürütmekte veya Twitter üzerinden duyurular yapmaktadır​. Bu sayede öğrenme deneyimi sınıfın zaman ve mekân sınırlılığını aşarak kesintisiz bir etkileşime dönüşmektedir. Eğitim teknolojileri alanında yapay zeka (AI) destekli kişiselleştirilmiş öğrenme yazılımları, sanal gerçeklik (VR) ve artırılmış gerçeklik (AR) uygulamaları da hızla gelişmektedir. Yakın gelecekte biyometri ve duygu tanıma teknolojilerinin öğrencilerin anlık ihtiyaçlarına göre içerik sunmak için kullanılması beklenmektedir​. Örneğin geliştirilen deneysel AR gözlükleri sayesinde bir öğrenci sınıfta takacağı gözlükle, adeta kendi yanında tarihi bir figürü (mesela Thomas Edison’u) görüp onunla etkileşime girerek ders işleyebilecektir. Nitekim Edison’un bir asır önce dile getirdiği “Öğrenciler gözleriyle eğitilecek” öngörüsü, bugün AR/VR teknolojileriyle gerçeğe dönüşme yolundadır​.

21. yüzyılın teknoloji liderleri de eğitim konusunda güçlü vizyonlar ortaya koymaktadır. Örneğin Apple’ın kurucusu Steve Jobs, teknolojinin eğitime entegre olmasını tutkulu bir biçimde desteklemiştir. Jobs, 1995’te verdiği ünlü bir röportajda “I think everybody in this country should learn how to program a computer... because it teaches you how to think” diyerek yazılım eğitiminin düşünme becerilerini geliştirdiğini vurgulamıştır​. Bu sözlerinin Türkçesi şöyledir: “Bence bu ülkedeki herkes bir bilgisayar programlamayı öğrenmeli... çünkü bu insana nasıl düşüneceğini öğretiyor.” Gerçekten de Jobs, bilgisayar bilimini bir “liberal art” (genel kültürün parçası) olarak gördüğünü ifade etmiş, programlama yapmayı tıpkı müzik öğrenmek veya bir dil öğrenmek gibi temel bir zihinsel eğitim olarak tanımlamıştır​.
Onun vizyonuna göre, “İnsanlar araç yapıcıdır; kendimizi güçlendirmek için araçlar icat ederiz. Bilgisayar da şimdiye dek yaptığımız en müthiş araç, adeta zihnimiz için bir bisiklettir”.  Bu bakış açısıyla Steve Jobs, teknolojinin tek başına bir amaç değil, insanın yaratıcılığını ve zekâsını büyüten bir araç olduğunu savunmuştur. Nitekim Apple II bilgisayarlarının 1980’lerde okullarda yaygınlaştırılması, Macintosh’un eğitim yazılımlarıyla donatılması gibi adımlar, Jobs’un eğitim sektöründe kalıcı izler bırakan çalışmalarındandır. 2010’larda iPad gibi tabletlerin sınıflarda kullanılmaya başlamasıyla, dijital içeriklerin etkileşimli şekilde öğrencilerin parmaklarının ucuna gelmesi de yine Jobs’un teknoloji vizyonunun bir sonucudur. Günümüzde bilgisayar okuryazarlığı ve kodlama, pek çok ülkenin müfredatında yer almaktadır; ABD başkanlarından Barack Obama dahi “Herkes kod yazmayı öğrenmeli” diyerek Steve Jobs’un sözlerini tekrarlamıştır.

Modern çağın bir diğer özelliği, küresel iş birliği ve açık erişim ideallerinin eğitim teknolojilerine yön vermesidir. UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar, bilgiye erişimde teknolojik uçurumun kapanması için çaba göstermekte; gelişmekte olan ülkelere eğitim teknolojisi desteği projeleri yürütmektedir. Örneğin, “Herkes için Eğitim” girişimleri kapsamında düşük maliyetli eğitim tabletleri ve uydu üzerinden yayın yapan ders içerikleri kırsal bölgelere ulaştırılmaya çalışılmaktadır. Böylece, antik çağdaki taş tabletten günümüzün dijital tabletine uzanan yolculukta, eğitimde fırsat eşitliği ve bilginin demokratikleşmesi hedefleri teknoloji aracılığıyla desteklenmektedir.

İnsanlık tarihi boyunca her yeni teknoloji, eğitim yöntemlerini ve imkânlarını zenginleştirmiş veya dönüştürmüştür. Antik dünyada yazının icadı ve kütüphanelerin kurulması, bilginin muhafazası ve yayılmasında çığır açmıştır. Orta Çağ’da el yazması kitaplar ve medreseler/üniversiteler bilgi birikimini nesiller boyu taşırken, matbaanın icadıyla eğitim ilk kez toplumsallaşarak geniş halk kitlelerine ulaşmıştır. Sanayi Çağı’nda kara tahta, posta yoluyla eğitim ve diğer araçlar, büyüyen okul sistemlerinin ihtiyaçlarını karşılamıştır. 20. yüzyılda radyo, televizyon ve erken bilgisayar teknolojileri, eğitimde yeni ufuklar açmış; özellikle ulus liderlerinin öngörü ve kararlılığıyla (Atatürk’ün bilim ve eğitim reformları, Mandela’nın eğitimi bir “silah” olarak görmesi gibi) milyonlarca insanın hayatında fark yaratmıştır. 21. yüzyıl ise dijital çağın olanaklarıyla eğitimi sınıf duvarlarının ötesine taşımıştır. Bugün öğrenme, coğrafi sınır tanımadan çevrimiçi platformlar üzerinden devam edebilmektedir. Eğitim teknolojileri sayesinde bilgiye erişim demokratikleşmekte, kişiselleştirilmiş öğrenme mümkün hale gelmektedir.

Bu tarihsel perspektif bize şunu göstermektedir: Eğitimde teknolojinin akıllıca kullanımı, her dönemde toplumları ileri götüren bir kaldıraca dönüşmüştür. Önemli olan, teknolojiyi amaç değil araç olarak görüp onun sunduğu imkânları eğitim felsefesi ve insani değerlerle bütünleştirebilmektir. Nitekim Steve Jobs’un vurguladığı üzere, “Teknoloji tek başına yeterli değildir; teknolojinin, liberal sanatlar ve beşerî bilimlerle harmanlanması, yüreğimizi heyecanlandıran sonuçlar verir.” Bu yaklaşım, geçmişte olduğu gibi gelecekte de geçerli olacaktır. Yeni nesillerin donanımı için liderlerin yol göstericiliğinde bilimi ve teknolojiyi rehber edinmek gerekecektir – tıpkı Atatürk’ün söylediği “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir (bilimdir)” sözünde olduğu gibi. Son tahlilde, eğitim ve teknoloji arasındaki simbiyotik ilişki, insanlığın gelişim hikâyesinin merkezinde yer almaya devam edecektir. Eğitim, teknolojinin sunduğu fırsatlarla güçlendikçe, bireyler ve toplumlar için “dünyayı değiştirecek en güçlü silah” olmaya devam edecektir.

Kaynakça:

Bu internet sayfasında yer alan tüm içerikler, telif hakkı yasaları çerçevesinde korunmaktadır. İçeriklerin izinsiz olarak kopyalanması, dağıtılması veya herhangi bir şekilde çoğaltılması yasaktır. Tüm hakları saklıdır ve herhangi bir kullanım için önceden yazılı izin gerekmektedir.